Geçen gün ailecek Alper Çağlar’ın senaristliğini ve yönetmenliğini yaptığı Dağ 2 filmine oğlumun önerisi ile gittik. Bir iki küçük sahnesi dışında ailecek seyredilecek nadir filmlerden biri idi.
Yeri geldiğinde güldüren yeri geldiğinde ağlatan hatta düşündüren öyle sahneler var ki; gözyaşlarınızı tutamazsınız, üzülürsünüz, geleceğinizden endişe duyarsınız her türlü teröre lanet okursunuz.
Ama hayat devam eder işte. Aslında “ümitsizlik” millet olarak literatürümüzde yoktur. Ülke olarak çok badireler atlatmışız ve görünen o ki gelecek daha çoklarına gebe… Hazırda olmamız lazım.
Bir Türk gazetecinin kurtarılması üzerine hazırlanan senaryo benim çok hoşuma gitti. Gelişmiş ülkelere baktığımız zaman herkesin kendi ferdine filmlerinde bile olsa müthiş sahip çıkma duygusu vardı, imrenirdim, adeta tüm ordusu o kişiyi kurtarmaya odaklanırdı. Bizde de kendi ferdimize sahip çıkma duygusunun yeşermesi ve filmlere sahne olması geleceğim adına sevinç uyandırdı.
Her zaman söylerim; “geleceğimizden umutluyum”. Tabi ki çok zor günler geçiriyoruz, bunu da biliyorum. Bazen diyebilirsiniz ki hocam onca yaşadıklarımızdan sonra; “nasıl hala ümitliyim?”
Hayata hiç ümitsizlik duygusuna kapılmadım. Üzüldüm, karamsarlık duygularım bazen beni de sarstı, içten içe ağladım. Ama işte biliyorum; “bir gün bu ülkemin makûs kaderi değişecek ve hak ettiğimiz yeri alacağız” buna adım gibi eminim.
Eğer ülkemizdeki her fert üzerine düşen görevi layığı ile yapsa idi, aslında hiçbir problem olmayacaktı. Problem galiba bizde; başarılı olan herkesi kıskanmışız, kendimiz nerde yanlış yapıyoruz diye iç muhasebe yapmamışız. Başkalarının sevincine ortak olmamışız, üzüntüleri ile üzülmemiş, dertlerine derman ne yazık ki olmamışız.
Eskilerin “komşum aç ise ben tok yaşayamam” düsturunu göz ardı etmişiz, yardımlaşmayı kesmişiz. “Başkası açlıktan ölse bana ne” diyenlerimizin sayısı artmış.
Ar damarlarımız çatlamış, filmler bize hiç iyi örnek olmamış. Hep yanlış ve kültürümüze uygun olmayan davranışları benliğimize empoze etmeye çalışmışlar.
Ama bunların geçici olduğunu biliyorum. Filmi izlerken aslında “ne güzel özelliklerimiz varmış” diyorum. Bunları yeşertmek için uğraşmamız gerektiğini düşünüyorum.
O kumandanın canlı bombanın üzerlerine doğru geldiğini görünce hayatını feda ederek o canlı bombayı durdurması ya da askerin arkadaşına “cesedim ile kendini koru demesi” sahnelerini izlerken fedakarlığın doruk noktalarına ulaşıyorsunuz.
Terörün ne lanet bir şey olduğunu, masum insanların ne kadar zor durumda yaşadıklarını görüyorum. Ah diyorum, ben ne yapabilirim, yumruğumu sıkıyorum. O zulmü yapanları Allaha havale ediyorum. “Yaşasın zalimler için cehennem” diyorum…
Oğlumun filmi izlerken o masumane ağlayışları gelecek adıma ümidimi yeşertiyor. İnşallah diyorum; “bir gün gelecek ve tüm dünya da adalet yerini bulacak, herkes rahat ve mutlu bir şekilde yaşayacak” ümit ediyorum.
Askerliğin ne kutsal bir görev olduğunu ve ne zor şartlarda yaşadıklarını film esnasında tekrar hatırlıyorum. İnşallah diyorum, bu kutsal görevi hiçbir güç küçültemeyecek ya da itibarsızlaştıramayacak”.
Nedense film esnasında rahmetli babaannemin küçüklüğümde anlattığı kahramanlık hikâyeleri aklıma geliyor. Son günlerde yaşadıklarımız zaten hep kahramanlık hikâyeleri, tankın önüne yatıp şehit olmalar, ya da gelen uçağa “gelin buradayım” bağırtıları kulaklarımı çınlatıyor. Bir yabancı basının manşeti aklıma geliyor “Türkler anlamsızcasına gelen kurşunun önüne atlıyorlar”. Bilmiyorlar ki biz şehadet şerbeti içmek için ne kadar çok susamışız…
“Babaannem bana kahramanlık hikâyelerini anlatmana gerek yok, biz ülke olarak zaten kahramanca yaşıyoruz…” diye geçiriyorum içimden diyerek sessizce filmi tamamlıyorum…