Bizimle iletişime geçin

Köşe Yazıları

Ertuğrul 1890; fedakârlık ve sevgi

Yayınlanma

Tarih

Ertuğrul 1890 filmini izlerken 3 yıl kadar önce hayatımda ilk defa gittiğim ve 12 gün kaldığım Japonya toprakları bir film şeridi gibi geçti gözlerimin önünden. En heyecan duyduğum ve merak ettiğim ülkelerden biri idi Japonya. O zamana kadar sadece filmlerde görmüştüm o gizemli ülkeyi, eminim millet olarak hangi Japon filmini izlesek kendimizden de bir şeyler bulmuşuzdur, acaba gerçekten de öylemiydi düşünceleri ile varmıştık uzun bir yolculuktan sonra o gizemli topraklara. Havaalanlarında bile bu zamana kadar alışkın olmadığım bir mütevazilik ve saygı ile karşılanıyorduk. O an bizi orada çok güzel günler beklediğini hissetmiştim. Problemsiz bir yolculuk ile havaalanından Kyoto şehrine doğru hareket edip konaklayacağımız otelimize varmıştık. Sabah kahvaltısı için tüm ekip aynı saatte hazırdık, kahvaltı menülerine bakarken ilk gözümüze çarpan nokta haşlanmış pirinç ve bol değişik soslu balık çeşitleriydi… Diğerlerinin ne olduğunu anlamamıştım bile. Öğle ve akşam yemeklerinde de benim vazgeçilmezim olacaktı sossuz balık… Sabah, öğle, akşam yiyeceğim balık serüveni başlamıştı hayatımda. Ekip arkadaşlarımdan birinin suşileri karşımda lop lop götürmesi bile suşinin tadına bakmam için yeterli olmamıştı… Ne yazık ki Japon mutfağı damak tadıma hitap etmiyordu… “Zayıflamak isteyen Japonya’ya gitmeli” diye de çok düşünmedim değil hani. Kılıç balıklarından balinaya, ya da ahtapottan daha küçük balıklara her tür deniz mahsulü mevcuttu. Seçmek size kalmış…
“Japonya neden büyük bir elektronik ürünleri devi?” diye düşünmeden edemiyor insan ve ilk fırsatta hem imalat yerlerini hem de satış mağazalarını gezme dürtüsü hissediyorsunuz. Bir üretim firmasını ziyaret ettiğimizde yüzlerce insanın arı gibi çalıştığını ve tek bir ses bile duyamayacağınızı söyleyebilirim, buda Japonların ne kadar disiplinli olarak işlerinde mahir olduklarının ispatı. Hayran olmamak elde değil.
Misafirperlikleri Anadolu insanımızı hatırlatıyor. Yol tarifi sorduğumuzda bile dil bilmememize rağmen bize el kol hareketleri ile çırpınıp yollarını tarif etmeleri aslında alışkın olduğumuz bir durum. Ne kadar da bizim insanımıza benziyor diye geçiriyorum içimden.
Kültürlerimizin çok farklı olmasına rağmen dünyanın taa öbür ucundaki bir ülke ile ortak paydalarımızın olması ne güzel bir şey. Dinimiz, dilimiz yaşantımız gibi çok farklı özelliklerimiz olsa bile, benzerliklerimiz de yok değil. Sıcakkanlılığımız, fedakârlığımız veya insani özelliklerimiz birbirine çok benziyor ve bu da evinizden kilometrelerce uzakta olsanız dahi yabancılık hissetmenize engel oluyor.
Ertuğrul 1890 filmini izlerken Japonya’da yaşadığım o günler aklıma geliyor. Ertuğrul fırkateyninin okyanusta kayalıklara çarpması ile filme geri dönmem bir oluyor, yüzlerce insanın Titanik filmini andırırcasına vefat etmeleri sizleri gözyaşlarına boğuyor. Japon balıkçıların, balığa gitmeseler o gün aç kalacaklarını bile bile tüm işlerini bırakarak hiç tereddütsüz askerlerimize yardım etmeleri, günümüzde unutulmaya yüz tutmuş fedakarlığının en güzel örneklerini sergiliyordu.
Yardımlaşma tabiî ki karşılıksızdır, ama yıllar sonra Tahran Havaalanında dönemin Başbakanı merhum Turgut Özal’ın talimatı ile İran’daki Japonların Türk Havayolları ile ülkemize getirilip kurtarılmaları olayları soluksuz izleyeceğiniz bir serüvenin içinde sürüklüyordu sizi.
Magazinselleşmenin olmadığı ve tahminimce olayların tamamen gerçekçi bir senaryoya göre çekildiği filmin sonunda hepimiz bir tılsım bekliyorduk ama olmadı.
Ben kendi adıma fedakârlığı ve saygıyı tekrar yaşadım, gidilmesi gereken filmlerden biri. İleride iki ülkenin birbirlerini daha çok sevmesi açısından son derece önemli olduğunu düşünüyorum ve iyi seyirler diliyorum.

Okumaya devam et
Yorum yapmak için tıklayın

Leave a Reply

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

Sarılma ya da kendini iyi hissetme hormonu: Oksitosin

Yayınlanma

Tarih

Yazar

Bir seçim sürecini daha atlattık, çok şükür. Üzülenler ve sevinenlerin iç içe olduğu anlara tanıklık ediyoruz.

Hayatım boyunca görev değişikliklerinde basının önünde yapılan törenlere çok anlam veremedim. Üzüntülü bir insanı toplum önünde uğurlamak hiç te hoş bir şey değil.

Düşünsenize zaten bir seçimi kaybetmişsiniz ve o kadar kalabalığın sizi uğurlaması, kazanan kişi ve etrafındakilerinin alaycı bakışları arasında kendi arabanıza binmeniz, nasıl bir iç âleminizde yankılar uyandıracaktır, düşünemiyorum bile.

Ülke olarak zaten bürokrasiye, protokole, şana, şöhrete, makam arabalarına çok önem veren bireyleriz.

Normal hayata dönerken çok zorlanacaklarına da eminim.

Gerçi diyebilirsiniz, buna katlanmak ta bir erdemliktir.

Keşke o erdemi gösterebilsek, zaten şan ve şöhrete de bu kadar düşkün olmayız demektir.

Seçim bitti artık. Şu an için sadece ülkemize ve halkımıza yapılacak hizmetlere odaklanmak gerekiyor.

Verilen vaatlerin yapılması ve uygulanabilir hale getirilmesi en büyük heyecan olmalı.

Ama sosyal medyada bazı insanlar karşı tarafa verilen oyları hainliklerle suçlamaya başlamışlar bile.

Öyle olmamalı,

Ülkemizin güçlü bir kurumsal yapısı olursa zaten hiçbir kimse bu ülkeye hainlik yapamaz. Akılından bile geçirmemeli.

Ben aslında çok farklı bir konuya temas edecektim ama konu nereden nereye geldi.

Konumuz karamsarlık ya da insanların birbirini sevmemeye başlaması. Şefkatsiz bir nesilin ortaya çıkması.

Yani

Sarılma ya da kendini iyi hissetme hormonumuz oksitosinin değerinin düşük olması. Yani Allah’ın bir lütfu olan hipotalamus tarafından üretilen ve fiziksel olarak şefkatli olduğumuz zaman salınan oksitosin hormonumuzu güçlendirmemiz gerekiyor.

Aslında oksitosinin salgılanması çok basit.

Şefkatli olmak ve sarılmak. Bu sağlığınızı da olumlu etkiler.

Kadınlarda oksitosin hormonu erkeklere göre ise daha yüksektir. Kadınlarımız daha şanslı yani. İdareciliklerinde de genelde şefkat kahramanlıkları daha bir ön plana çıkıyor.

Bırakalım artık seçim sürecini.

Hadi sarılalım ve şefkatle birbirimizi kucaklayıp oksitosin hormonunu salgılayarak ülkemize hizmet etmeye ve neşeli bir hayat sürmeye devam edelim.

Okumaya devam et

Köşe Yazıları

Sonunda Küresel İklim Çekirgeleri de Çıldırttı!

Yayınlanma

Tarih

Yazar

Geçen gün Anadolu ajansında Science Advance dergisindeki bir makalenin 15 yıllık çalışmalarının anlatıldığı bir haber vardı.

Okudukça şok oluyorsunuz.

1985-2020 yılları arasındaki çöl çekirge istilalarını incelemişler. 48 ülkeyi ele almışlar ama en fazla Fas, Kenya, Nijer, Yemen ve Pakistan’ın etkilendiğini görmüşler. Çekirge sürülerinin yüz binlerce dönüm araziyi talan ettiğine şahit olmuşlar.

Araştırmacıların çöl çekirgesi istilasının hava sıcaklığına, toprağın nemine, yağış miktarına ve rüzgâra bağlantılı olduğunu tespit etmeleri gerçekten de çok ilginç. Yani çorak bölgelerin ani ısı değişiklikler yaşaması ve ani yağmur yağışları ile çekirge sayısının etkilendiği vurgusunu yapmışlar.

Eninde sonunda bu istilanın Batı Avrupa ve Batı Orta Asya’ya geleceğini belirtmişler.

Haberde Dünya Bankası; 2003-2005 yıllarında Batı Afrika bölgelerindeki çekirge istilasının 225 milyar dolar gibi büyük akademik kayıplara neden olduğunu açıklanmış.

Düşünsenize şuursuzca etrafımızı kirletmemiz sağlığımızı sadece sağlığımızı bozmuyor, ekonomimizi de felç ediyor.

Yıllardır söylüyorum. Plastiğin vermiş olduğu kirlilik sonucu karbon döngüsü ile karbondioksit salınımını tetikliyor diye.

Geri dönüşüm ünitelerimiz yetersiz, insanlar hala çevresini kirletiyor. Resmi kurumlar kirliliği önleme konusunda etkisiz ya da bilinçsiz.

Sokaklarda gezdiğiniz zaman her yerde gözünüzü acıtan nahoş bir kirlilik ile karşı karşıya kalabiliyorsunuz.

Fosil yakıtlarımızdan hala sera gazları bol miktarda salınıyor.

Orman tahribatını önlemede yetersiz kalıyoruz.

Endüstriyel faaliyetler sonucu açığa çıkan gazlar havamızı kirlettikçe kirletiyor.

Tarım topraklarımız verimsizleşmiş.

Su kaynaklarımız azalmış.

Tüm dünyada bu problemler gün geçtikçe de artmaya devam ediyor.

Önlemler konusunda yetersiz kalıyoruz.

Çevreye verdiğimiz zararlar küresel iklimi de ekliyor.

Şubat ayında günlük güneşlik bir hava var.

Kar ve yağmur yağışları yetersiz.

Dünyamız ısındıkça ısınıyor.

Sonunda küresel iklim değişikliği çekirgeleri de çıldırtmış.

Sırada ne var acaba?

Kaynak

https://www.aa.com.tr/tr/gundem/arastirma-iklim-degisikliginin-getirdigi-dengesiz-hava-kosullari-cekirge-istilalarini-artiracak/3138108#

Okumaya devam et

Köşe Yazıları

Bazen de hayatı yavaşlatmalı mı ki insan?

Yayınlanma

Tarih

Yazar

Amerika’da üniversiteleri ziyaret ettiğim zamanlarda bir üniversitedeki hoca ile görüşme talep etmiştim. Pazartesi günü müsait olup olmadığını sorduğum zaman hocanın “bugün golf maçım var hocam yarın görüşebilir miyiz” demesine çok şaşırmıştım.

Mesai saatlerinde bile kendisine zaman ayırıyordu. 

Bizim üniversitemizde birisi benden mesai saatlerinde randevu istese ve yurt dışından geldiğini de öğrensem en kısa zamanda randevu vermeyi kendime hep düstur edindim.   

Bırakın mesai saatlerini, mesai saatleri dışında bile akademik çalışmalarım hep dolu dolu geçti.

Hafta sonlarında da odamda çok olmuşumdur. 

Profesör olana kadar laboratuvardan hiç çıkmadım. Profesör olduktan sonra da yüksek lisans ve doktora öğrencilerimle akademik çalışmalarımı aksatmadan devam ettirdim. 

Bazen “hobileriniz nedir? hocam” sorusunu atlatmaya çalıştığım çok olmuştur. 

Doğru ya akademik çalışma yapmaktan başka hobilerimiz mi? Neler ki acaba?  

Bu soruya cevap vermem çok zor cidden. 

Bazen işlerim azaldığında kendimi boşlukta hissediyorum. 

Tatile çıktığımızda bile tarihi ya da doğal güzellikte olan yerlerin fotoğraflarını çeker ve gördüklerim ile ilgili köşe yazıları yazmaya çalışırım. 

Doğrumu yapıyorum bilmiyorum. 

Bazen iç alemimde kendimle hesaplaşıyorum.

Belki de sadece seyretsem ya da kendim için baksam. 

Ama yapamıyorum işte. 

Böyle alışmışım böyle de gidecek galiba. 

Kendimi değiştirebilir miyim diye sorgulamıyor da değilim hani. 

Böyle mi yetiştik dersiniz. 

Ortasını bir türlü bulamadık mı ya da. 

Bir kısmımızın özgeçmişleri tertemizken bazılarımızın da yaptıkları sayfalara sığmıyor. 

Belki de bu uçurum yapılan çalışmalara veya işlere önem verilmemesinden. 

Ya da değerler çakışması var.

Hatta liyakat kavramını unutmuşluk var.

Sizin daha da açabileceğinize eminim tabi ki…

Bu durumlar da uçurumların artmasına neden oluyor. 

Bende abarttığımı biliyorum. 

Bazen de hayatı yavaşlatmalı mı ki insan. 

Diye düşünmüyor da değilim. 

Siz ne düşünüyorsunuz. 

Okumaya devam et

Trendler

Prof. Dr. Hamdi Temel © 2020 Tüm hakları saklıdır. Site içerisindeki yazıların izinsiz ve kaynak gösterilmeden paylaşılması yasaktır.

Toplam Ziyaretçi Sayısı

maksibet giriş maksibet film hd izle film izle film hd izle şutbet giriş şutbet oslobet giriş oslobet betmoris giriş betmoris elexusbet giriş favorislot elexusbet giriş