Bizimle iletişime geçin

Köşe Yazıları

Yaşarken İnsanlarımıza Değer Vermeyi öğrenmeliyiz!

Yayınlanma

Tarih

Geçenlerde kütüphanemi düzeltirken, Ömer Seyfettin’in kitapları gözüme ilişti. Ne kadar da özlemişim o buram buram Anadolu kokan hikâyeleri. Eski günlerim aklıma geldi, heyecanlanmıştım. 36 yaşında vefat etmiş, o kısacık ömre yüzlerce hikayeyi nasıl sıkıştırmıştı hala hafızam almıyor.

“Başını Vermeyen Şehit ve Pembe İncilli Kaftan” ilkokulda ilk okuduğum ve hiç unutmadığım favori hikâye kitaplarındandı, hala da okuduğum tüm romanlarında ve hikâyelerinde bende bıraktığı etkileri hissediyorum, hatta bazen yaşıyorum.

Ancak benim burada bahsetmek istediğim yüzlerce eser bırakan o büyük önde giden Türk Edebiyatı yazarının ölüm hikâyesi idi. Hepimizin bir ölüm hikâyesi olacak elbette. Allah ölümünde hayırlısını hepimize nasip etsin.

Ömer Seyfettin çok genç yaşında şeker hastalığına yakalanmış, ama ne yazık ki o zamanlar şeker hastalığını bilen bile yok. Doktorlara gidiyor fakat  ne yazık ki çare yok… Bırakın Osmanlı İmparatorluğunu tüm dünyada bu asrın hastalığı teşhis edilmemiş…

Yanlış tedaviler ile gün geçtikçe erimişti vücudu, eklem ağrıları için romatizma tedavileri uyguluyorlar ve şeker hastasına bolca “mandalin, portakal ve üzüm hoşafı” içmesini tavsiye ediyorlardı. Bu tedaviler ile yavaş yavaş ölüme sürükleniyordu, eskiden yaşayan ve bu hastalığı bilmeyen binlerce insan gibi…

İyice yatağa düşmüştü, milyonları kendine bağlayan o koca büyük yazar. O kadar kötü olmuştu ki hastaneye bir arkadaşı götürmüş, yatağında sessizce ve tek başına gözlerini bu hayata yumuyordu. Ne yazık ki onu kimseler tanımıyordu,  zaten biz millet olarak değerlerimizin kıymetini yaşarken bilmeyiz, sonradan anlarız.

Aslında içimi acıtan olay daha bitmemişti. O büyük üstadı kimse tanımadığı ve kimsesiz olduğunu düşündükleri için Tıp Fakültesi öğrencilerinin gözlerinin önünde vücudu kadavra olarak kullanılıyor, karnı yarılıyor, testere ile başı kesilmeye çalışılıyordu. Bu haldeki resmi çekilmiş, basında fotoğrafı yayınlanınca tanıyanlar üstadın cesedini kurtarmaya koşmuşlardı. Daha sonra cenaze namazını öfkeli bir şekilde tüm tanıdıklar kılmışlar ve Mahmud Baba haziresinde toprağa verilmişti.

Durun daha bitmedi o eşsiz yazarın hikâyesi, Mahmud Baba haziresinin üzerinden yol geçeceği ve araba garajı yapılacağı gerekçesi ile kemikleri toplanıyor, 1939 yılında da Zincirlikuyu Mezarlığına defnediliyordu.

Bu satırları yazarken bile o kadar zorlanıyorum ki, neden ülke olarak değerlerimize sonradan sahip çıkıyoruz. Düşünün koskoca hastanede Ömer Seyfettin’i tanıyan yok. Cesedini ne hale getiriyorlar, sonradan da kabrini değiştirip duruyoruz. Ölüsüne bile saygı duymuyoruz. Oysa değerlerimizin bizle yaşaması gerekiyor.

Bize bir haller olmuş, ölüye de diriye de saygımız kalmamış. Yaşarken insanlara değer vermeyi öğrendiğimiz zaman, işte o zaman galiba yanlış giden şeylerden de kurtulacağız.

Bu son menfur saldırılarda o körpecik polislerimizi ve gencecik evlatlarımızı şehit görünce aklıma Ömer Seyfettin’in yukarıda bahsettiğim ölüm hikâyesi geldi. Ya da şu sıralar devam eden “Halep katliamları”, dünyanın her köşesinde suçsuzca öldürülen insanlar, kan gözyaşı, silah.

Artık haberleri izleyemiyorum, tabi ki her canlı gibi bizde ölümü tadacağız. Ama Allah bize hayırlı bir ölüm versin,  kalanlarda tüm insanların önemli olduğunu, hele de masum insanların korunması ve kollanması gerektiğini bilmesi gerekiyor. Sahi kendi ölümümüz nasıl olacak? Bilen varmı?…

Okumaya devam et
Yorum yapmak için tıklayın

Leave a Reply

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

Sarılma ya da kendini iyi hissetme hormonu: Oksitosin

Yayınlanma

Tarih

Yazar

Bir seçim sürecini daha atlattık, çok şükür. Üzülenler ve sevinenlerin iç içe olduğu anlara tanıklık ediyoruz.

Hayatım boyunca görev değişikliklerinde basının önünde yapılan törenlere çok anlam veremedim. Üzüntülü bir insanı toplum önünde uğurlamak hiç te hoş bir şey değil.

Düşünsenize zaten bir seçimi kaybetmişsiniz ve o kadar kalabalığın sizi uğurlaması, kazanan kişi ve etrafındakilerinin alaycı bakışları arasında kendi arabanıza binmeniz, nasıl bir iç âleminizde yankılar uyandıracaktır, düşünemiyorum bile.

Ülke olarak zaten bürokrasiye, protokole, şana, şöhrete, makam arabalarına çok önem veren bireyleriz.

Normal hayata dönerken çok zorlanacaklarına da eminim.

Gerçi diyebilirsiniz, buna katlanmak ta bir erdemliktir.

Keşke o erdemi gösterebilsek, zaten şan ve şöhrete de bu kadar düşkün olmayız demektir.

Seçim bitti artık. Şu an için sadece ülkemize ve halkımıza yapılacak hizmetlere odaklanmak gerekiyor.

Verilen vaatlerin yapılması ve uygulanabilir hale getirilmesi en büyük heyecan olmalı.

Ama sosyal medyada bazı insanlar karşı tarafa verilen oyları hainliklerle suçlamaya başlamışlar bile.

Öyle olmamalı,

Ülkemizin güçlü bir kurumsal yapısı olursa zaten hiçbir kimse bu ülkeye hainlik yapamaz. Akılından bile geçirmemeli.

Ben aslında çok farklı bir konuya temas edecektim ama konu nereden nereye geldi.

Konumuz karamsarlık ya da insanların birbirini sevmemeye başlaması. Şefkatsiz bir nesilin ortaya çıkması.

Yani

Sarılma ya da kendini iyi hissetme hormonumuz oksitosinin değerinin düşük olması. Yani Allah’ın bir lütfu olan hipotalamus tarafından üretilen ve fiziksel olarak şefkatli olduğumuz zaman salınan oksitosin hormonumuzu güçlendirmemiz gerekiyor.

Aslında oksitosinin salgılanması çok basit.

Şefkatli olmak ve sarılmak. Bu sağlığınızı da olumlu etkiler.

Kadınlarda oksitosin hormonu erkeklere göre ise daha yüksektir. Kadınlarımız daha şanslı yani. İdareciliklerinde de genelde şefkat kahramanlıkları daha bir ön plana çıkıyor.

Bırakalım artık seçim sürecini.

Hadi sarılalım ve şefkatle birbirimizi kucaklayıp oksitosin hormonunu salgılayarak ülkemize hizmet etmeye ve neşeli bir hayat sürmeye devam edelim.

Okumaya devam et

Köşe Yazıları

Sonunda Küresel İklim Çekirgeleri de Çıldırttı!

Yayınlanma

Tarih

Yazar

Geçen gün Anadolu ajansında Science Advance dergisindeki bir makalenin 15 yıllık çalışmalarının anlatıldığı bir haber vardı.

Okudukça şok oluyorsunuz.

1985-2020 yılları arasındaki çöl çekirge istilalarını incelemişler. 48 ülkeyi ele almışlar ama en fazla Fas, Kenya, Nijer, Yemen ve Pakistan’ın etkilendiğini görmüşler. Çekirge sürülerinin yüz binlerce dönüm araziyi talan ettiğine şahit olmuşlar.

Araştırmacıların çöl çekirgesi istilasının hava sıcaklığına, toprağın nemine, yağış miktarına ve rüzgâra bağlantılı olduğunu tespit etmeleri gerçekten de çok ilginç. Yani çorak bölgelerin ani ısı değişiklikler yaşaması ve ani yağmur yağışları ile çekirge sayısının etkilendiği vurgusunu yapmışlar.

Eninde sonunda bu istilanın Batı Avrupa ve Batı Orta Asya’ya geleceğini belirtmişler.

Haberde Dünya Bankası; 2003-2005 yıllarında Batı Afrika bölgelerindeki çekirge istilasının 225 milyar dolar gibi büyük akademik kayıplara neden olduğunu açıklanmış.

Düşünsenize şuursuzca etrafımızı kirletmemiz sağlığımızı sadece sağlığımızı bozmuyor, ekonomimizi de felç ediyor.

Yıllardır söylüyorum. Plastiğin vermiş olduğu kirlilik sonucu karbon döngüsü ile karbondioksit salınımını tetikliyor diye.

Geri dönüşüm ünitelerimiz yetersiz, insanlar hala çevresini kirletiyor. Resmi kurumlar kirliliği önleme konusunda etkisiz ya da bilinçsiz.

Sokaklarda gezdiğiniz zaman her yerde gözünüzü acıtan nahoş bir kirlilik ile karşı karşıya kalabiliyorsunuz.

Fosil yakıtlarımızdan hala sera gazları bol miktarda salınıyor.

Orman tahribatını önlemede yetersiz kalıyoruz.

Endüstriyel faaliyetler sonucu açığa çıkan gazlar havamızı kirlettikçe kirletiyor.

Tarım topraklarımız verimsizleşmiş.

Su kaynaklarımız azalmış.

Tüm dünyada bu problemler gün geçtikçe de artmaya devam ediyor.

Önlemler konusunda yetersiz kalıyoruz.

Çevreye verdiğimiz zararlar küresel iklimi de ekliyor.

Şubat ayında günlük güneşlik bir hava var.

Kar ve yağmur yağışları yetersiz.

Dünyamız ısındıkça ısınıyor.

Sonunda küresel iklim değişikliği çekirgeleri de çıldırtmış.

Sırada ne var acaba?

Kaynak

https://www.aa.com.tr/tr/gundem/arastirma-iklim-degisikliginin-getirdigi-dengesiz-hava-kosullari-cekirge-istilalarini-artiracak/3138108#

Okumaya devam et

Köşe Yazıları

Bazen de hayatı yavaşlatmalı mı ki insan?

Yayınlanma

Tarih

Yazar

Amerika’da üniversiteleri ziyaret ettiğim zamanlarda bir üniversitedeki hoca ile görüşme talep etmiştim. Pazartesi günü müsait olup olmadığını sorduğum zaman hocanın “bugün golf maçım var hocam yarın görüşebilir miyiz” demesine çok şaşırmıştım.

Mesai saatlerinde bile kendisine zaman ayırıyordu. 

Bizim üniversitemizde birisi benden mesai saatlerinde randevu istese ve yurt dışından geldiğini de öğrensem en kısa zamanda randevu vermeyi kendime hep düstur edindim.   

Bırakın mesai saatlerini, mesai saatleri dışında bile akademik çalışmalarım hep dolu dolu geçti.

Hafta sonlarında da odamda çok olmuşumdur. 

Profesör olana kadar laboratuvardan hiç çıkmadım. Profesör olduktan sonra da yüksek lisans ve doktora öğrencilerimle akademik çalışmalarımı aksatmadan devam ettirdim. 

Bazen “hobileriniz nedir? hocam” sorusunu atlatmaya çalıştığım çok olmuştur. 

Doğru ya akademik çalışma yapmaktan başka hobilerimiz mi? Neler ki acaba?  

Bu soruya cevap vermem çok zor cidden. 

Bazen işlerim azaldığında kendimi boşlukta hissediyorum. 

Tatile çıktığımızda bile tarihi ya da doğal güzellikte olan yerlerin fotoğraflarını çeker ve gördüklerim ile ilgili köşe yazıları yazmaya çalışırım. 

Doğrumu yapıyorum bilmiyorum. 

Bazen iç alemimde kendimle hesaplaşıyorum.

Belki de sadece seyretsem ya da kendim için baksam. 

Ama yapamıyorum işte. 

Böyle alışmışım böyle de gidecek galiba. 

Kendimi değiştirebilir miyim diye sorgulamıyor da değilim hani. 

Böyle mi yetiştik dersiniz. 

Ortasını bir türlü bulamadık mı ya da. 

Bir kısmımızın özgeçmişleri tertemizken bazılarımızın da yaptıkları sayfalara sığmıyor. 

Belki de bu uçurum yapılan çalışmalara veya işlere önem verilmemesinden. 

Ya da değerler çakışması var.

Hatta liyakat kavramını unutmuşluk var.

Sizin daha da açabileceğinize eminim tabi ki…

Bu durumlar da uçurumların artmasına neden oluyor. 

Bende abarttığımı biliyorum. 

Bazen de hayatı yavaşlatmalı mı ki insan. 

Diye düşünmüyor da değilim. 

Siz ne düşünüyorsunuz. 

Okumaya devam et

Trendler

Prof. Dr. Hamdi Temel © 2020 Tüm hakları saklıdır. Site içerisindeki yazıların izinsiz ve kaynak gösterilmeden paylaşılması yasaktır.

Toplam Ziyaretçi Sayısı

maksibet giriş maksibet film hd izle film izle film hd izle şutbet giriş şutbet oslobet giriş oslobet betmoris giriş betmoris elexusbet giriş favorislot elexusbet giriş